‘‘Bu İş Zor Çok Zor Yonca Çünkü İnsanlar Günler Boyunca Hiç Soru Sormadan Durur’’ Bülent Ortaçgil Çocuklukta her birimiz sorular sorardık. Kendimizi, çevremizi, başımıza gelen olayları, hayatı anlamlandırabilmek için sorduğumuz sorulardı bunlar çoğu zaman. Sorar ve sorgulardık anlamak, tanımlamak adına. Ne zaman ve nasıl bıraktık sormayı ve sorgulamayı ya da başka bir deyişle ne zaman adını koyduk ve kanıksadık hayatı? ‘‘Yetişkin’’ ve ‘‘olgun’’ bireyler olduğumuzda çoğu zaman yaşama kişisel bakışımız da şekillenmiş olur. Beraberimizde taşıdığımız kararlarımız, kurallarımız, kendimize, hayata dair inançlarımızla yaşar, deneyimleriz hayatı. Çoğu zaman tökezlemedikçe, yalpalamadıkça sorgulamayız yaşama dair inançlarımızı. Erken çocukluk dönemi, buluğ çağı ve ergenlik süreci boyunca kendimiz ve insanlarla ilgili inançlarımız kökleşmeye başlar. Değerli birimiyiz? Sevilmeye değer miyiz? Sorunların üstesinden gelebilecek biri miyiz? Kendimizi hedeflerimizi gerçekleştirme konusunda yeterli görüyor muyuz? Yakın ilişkilerdeki beklentimiz neler? İnsanlar güvenilmez midir? Eğer onlara kendimizi açarsak incitirler mi? Eksik ve güçsüz halimizle bizi biz olduğumuz için kabul ederler mi? Başımız sıkıştığında bize yardım ederler mi? Bunun gibi birçok soru daha türetebiliriz. Bu sorular aslında çocukluktan bu yana bizim için önemli insanlarla kurduğumuz ilişkilerle şekillenmektedir. Duygusal yoğunluğu yüksek olan ilişkilerde yaşadıklarımızla oluşturuyoruz inançlarımızı, kurallarımızı, tutumlarımızı ve buna göre davranıyoruz. Şöyle düşünün: çocukluğunda duygularını (öfke, üzüntü, kaygı) ifade ettiği zaman azarlanan, görmezden gelinen bir çocuk düşünelim. Bu çocuk olasılıkla; sevilmek, yakınlığı korumak, kaybetmemek adına duygularını ifade etmemenin daha avantajlı olduğunu öğrenecektir. Öfke, üzüntü, kaygı bu çocuk için görmezden gelinmesi gereken, bastırılması gereken bir deneyim olacaktır. Deneyimleriyle bu sonuca ulaşmış biri peki nasıl davranır, hayat ve ilişkilerle ilgili ne gibi kuralları olabilir? Hangi zamanlarda problem yaşar ve hangi zamanlarda çatışmadan kaçınır? Yetişkin yaşamında onu üzen bir durumla karşılaştığında aklına ne gibi düşünceler gelir? Yetişkin halimizle çocuk yanımızı fark etmek… Tüm bu olan bitenlerin arasında unutmamamız gereken; geliştirdiğimiz bu inanç, kural ve düşünceleri gerçekmiş gibi kabul etmemiz. Gerçekliğine sonuna kadar inandığımız için üzülüyoruz, öfkeleniyoruz, kaygılanıyoruz. Şimdiki zamanı geçmişin senaryosu ile oynamaya çalışıyoruz. Çünkü bize tanıdık, çünkü zamanında işimize yaramış ve bu sayede çatışmadan kaçınabilmiş ya da kendimizi koruyabilmişiz. Peki ya şimdi? Nasıl ki çocuklukta baş edebilmek adına kurallar, inançlar geliştirdiysek sanırım artık yetişkin bedenimize uygun bir düşünüş, kavrayış tarzı geliştirmenin vakti geldi. Çocukluğumuzda üzerimize olan o kıyafet oldukça dar gelmekte ve gözle görünür bir şekilde bizi sınırlamakta. O halde yeniden sormanın, sorgulamanın vakti geldi. Belki biraz sancılı ama güven veren umut veren, güneşli bir karar. Çocuk halimizle kendimizi değersiz hissettik, kendimize ve diğer insanlarla ilişkilerimize yönelik katı kurallar koyduk. Artık içimizdeki incinmiş çocuğa yetişkin halimizle farklı bir öykü anlatmanın vakti geldi. Bu öyküyü ona anlatmadan önce meraklı ve öğrenmeye istekli bir çocuk gibi yeniden sorup sorgulamakla başlanabilir. Uzman Klinik Psikolog Onur ARSEL